Çirkin Kral’sız Geçen 40 Yılın Ardından Ne Kaldı?

Ben bir kavga adamıyım. Sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır” diyen yönetmen Yılmaz Güney’in aramızdan ayrılışının üzerinden 40 yıl geçti. Sinemanın “Çirkin Kralı” olarak bilinen ve hem oyunculuğu hem de filmleriyle tüm ezberleri bozan Yılmaz Güney’in (Yılmaz Pütün) yaşamını yitirmesinin üzerinden 40 yıl geçti. Türkiye’de toplumsal sorunlara mesafeli olan sinemaya, devrimci ve toplumsal gerçeklik perspektifi getiren Güney, Kürt bir ailenin çocuğu olarak 1937 yılında Adana’da dünyaya geldi. Güney, üniversite eğitimi için geldiği İstanbul’da sinema sektörüne ilk adımı attı. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Bu vatanın çocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin hem senaryosunu yazan hem de rol alan Güney, sinemanın dışında “Yeni ufuklar” ve “On Üç” gibi dergilere öyküler yazdı. Güney’in yazdığı öyküler, komünizm propagandası gerekçesiyle yargılanmasına neden oldu ve yazılarından dolayı 1 yıl 6 ay cezaevinde kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra bir süre macera filmleri çekti, bu filmlerinde özellikle hor görülen ve ezilenlerin otoriteye başkaldırısını perdeye taşıdı. CEZAEVİ YILLARI VE SÜRGÜN Güney, 1971 yılında ise Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKPC) Lideri Mahir Çayan’ı ve arkadaşlarını evinde sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapis cezası aldı. Güney, cezaevinde kaldığı dönemlerde sürgün edildi. Cezaevinden çıktıktan sonra Güney’in sinemaya bakış açısı da değişir. Güney, artık daha çok toplumsal konuları devrimci bir perspektifle ele almaya başlar ve en çok bilinen filmleri arasında yer alan “Arkadaş” filmini çeker. Aynı yıl Adana’nın Yumurtalık ilçesinde “Endişe” adlı filmi çekerken, ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu öldürmekten yapılan yargılamalar sonucu 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezası aldı. Beş yıl aradan sonra izinli olarak çıktığı cezaevinden firar etti. Bir günlük izin için cezaevinden çıkan Güney, Antalya’nın Kaş ilçesinden Yunanistan’a bağlı Meis Adası’na, oradan birkaç ülke gezdikten sonra Fransa’ya yerleşti. Güney, Avrupa’da olduğu zaman zarfında da çalışmalarını ara vermeden sürdürdü. Eserleriyle yurt içinde ve yurt dışında ses getiren Güney, toplam 114 filmde oyuncu, 26’sında yönetmen, 15’inde yapımcı, 64’ünde ise senarist olarak yer aldı. “Duvar”, “Sürü” gibi filmlerin yönetmenliğini yapan Güney, “Yol” filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alarak, evrensel anlamda da başarısına başarı kattı. Hayatının 12 yılını cezaevinde geçiren Güney, 9 Eylül 1984’te sürgün yıllarını yaşadığı Paris’te yakalandığı mide kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi. Güney’in ölmeden birkaç ay önce Paris Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği Newroz kutlamasında yaptığı konuşma ise, onun hayatı boyunca savunduklarının özetti nitelikte. Güney konuşmasında Kürt halkının mücadelesini hayatının neresine koyduğunu anlatır. Newroz’un Kürt halkı için zalimlere ve zulme karşı direnme ile özgürlük günü olduğuna dikkat çeken Güney, yüreklere hala umut eken konuşmasında şunları dile getirir: “Bugüne kadar bu amaçlar uğruna çok kurban verildi. Daha da verilecek. Biliyoruz ki, kurbansız zafer mümkün değildir. Kan ve ateşi göze almak zorundayız. Soruyoruz: böylesi bir azim ve inatla, böylesi bir inançla dolu bir yüreği susturmak, mümkün mü? Böylesi kararlı ve fedakar bir halkı yıldırmak ve baş eğdirmek mümkün mü? Asla! Acı, baskı, yoksulluk, kan ve gözyaşı Kürt halkının kaderi değildir. Biz bu kaderi tanımıyoruz. Biz, dört bir yandan işgal altında tutulan bir sömürge ülkenin çocukları değil bağımsız, demokratik ve birleşik Kürt ülkesinin, Kürdistan’ın çocukları olmak istiyoruz. Biz, kendi toprağımızda, kendi dilimizde aşk ve özgürlük türküleri söylemek istiyoruz. Biz, kendi dünyamızı, kendi toprağımızı kendi ellerimizle yoğurmak ve yeniden kurmak istiyoruz. Biz, kendi ülkemizde, kendi bayrağımız altında, özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz. Yine unutmuyoruz ki, Kürt, Türk, Arap ve Acem işçilerinin ve emekçilerinin çıkarları güçlü devletlerin oluşmasında yatmaktadır. Yine biliyoruz ki, gönüllü birliğin koşulları yaratılmadan bu bir hayaldir. Bugün Kürdistan’ın çeşitli kesimlerinde, dağlarda, ovalarda, faşist zindanlarda sömürgecilerin baskı ve zulmüne karşı dişe diş dövüşenlerin, dövüşerek ölenlerin amacı da bu. Onları, bütün yüreğimizle selamlıyoruz. Bu uğurda şehit düşen bütün arkadaşlar kalbimizde ve mücadelemizde yaşıyor ve yaşayacaktır. Ne mutlu onlara ki, direnerek öldüler ve bağımsızlık meşalesinin ateşleri oldular. Ne mutlu! ‘MUTLAKA KAZANACAĞIZ’ Arkadaşlar, hatırlarsınız, Kürt Enstitüsü’nün geçen yıl kuruluş nedeniyle düzenlediği şenlikte, enstitünün şu ya da bu grubun hizmetinde değil, bir bütün olarak Kürt ulusunun hizmetinde bir bilim kurumu olduğunu söylemiştim. Bir yıllık çalışma ve pratik sözlerimi doğruluyor. Herkes iyi bilmeli ki, Kürt Enstitüsü, bağımsız ve özerk karakterini, demokratik yapısını hep koruyacaktır. Hiçbir zaman kısır siyasal çekişmelerin ve polemiklerin tuzağına düşmeyecektir. Sizler de, enstitüyü gözünüz gibi korumalı, onun çalışmalarını yakinen izlemeli ve destekçisi olmalısınız. Enstitü, bağımsızlık tohumunun bir filizidir ve Kürt ulusunun bugüne kadar sürdürdüğü mücadelenin bir ürünüdür. Daha da gelişip güçlenmesi sizlerin çabalarına bağlıdır. Enstitü etrafında toplanacağız, onun önüne koyduğu görevlerin yerine getirilmesine, gücümüz oranında katkıda bulunacağız. Bileceğiz ki, bağımsızlık mücadelesi bir bütündür. Kimi zaman doğruyu ifade eden iki satırlık bir yazı, bir fikir, yürekleri ayağa kaldıran bir türkünün çığlığı, saza vuran bir mızrap, atom bombasından bile güçlüdür. İşte bu nedenle biz, hayatın her alanında iyi savaşçılar, başarılı savaşçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız. Biz, sazımızı iyi, çok iyi çalmalıyız… Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz… Biz iyi, çok iyi resimler yapmalıyız… Biz iyi hikayeler, iyi şiirler, güçlü romanlar yazmalıyız… Biz güçlü bilim adamları, diplomatlar ve teknisyenler yetiştirmeliyiz. Bizim elimiz hem kalemi, hem makinayı hem de silahı iyi tutmalıdır. Kimi zaman sazımız silah, kimi zaman da silahımız saz olmalıdır. Biz iyi biliriz ki, en iyi türküleri, en doğru sözleri, yerinde kullanırsak bir kurşun gibi söyler. Dağlarımız, ovalarımız, ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz bütün ömrümüzü gurbette geçirip gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Biz, yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme ve güce sahibiz. Türk, Acem ve Arap devrimci demokratları, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak, bu kavganın bir parçasıdırlar ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız, mutlaka kazanacağız… Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir. Yaşasın bağımsız, birleşik demokratik Kürdistan… Yaşasın Kürt, Türk, Acem ve Arap halklarının kardeşliği ve dayanışması… Yaşasın Kürt Enstitüsü…” (kaynak:MA)
Raperîn’den Yeni Single: Mem û Zîn

Kürt müziğinde slow tarzda müzik yapan Raperin’in Memû Zîn adlı single çalışması yayımlandı. Kısa sürede dijital platformlarda yüksek oranda izlenme ve dinlenme sayısına ulaştı. https://www.youtube.com/watch?v=3VKkkK5NGK4 Gotin û mûsîk: Rezan Koç Aranje : Özgün Düzgün Director: Ömür Yıldırım Koordinasyon: Asaf Doğan D.o.p: Göktuğ Yurtman Edit & Art: İpek Arıcan Light: Taylan Altunbey 1st Ac: Kağan Çiftçi Makeup: Fatoş Alkan Model : Kağan Birol (Mezopotamya Radyo)
Tarihi Medresa Sor Hayrat Vakfı’na Resmen Tahsis Edildi

Şirnex’ın Cizîr (Cizre) ilçesine bağlı Dağkapı ile Şah Mahallesi’nin kesiştiği noktada bulunan ve 14’üncü yüzyılda inşa edilen Medresa Sor’un Hayrat Vakfı’na süresiz tahsis edildiği belirtildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı olan Medresa Sor, 30 Eylül 2019’da Bitlis Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından restorasyon kapsamına alındı. Dört köşe kare biçiminde kırmızı tuğlalarla yapılan medresenin, 4 yıl süren restorasyonunda aynı malzemelerin kullanılmadığı ve özünden koparıldığı görüldü. Medresa Sor, 23 Mart’ta ziyaretçilere açılırken, tarihi medresenin vakıflara peşkeş çekildiği ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “manevi kızı” olarak bilinen AKP Genel Merkez Kadın Kolları MKYK üyesi Hatice Atan’ın medreseyi, AKP’ye yakınlığıyla bilinen Hayrat Vakfı’na tahsis edilmesi için Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvuru yapmıştı. Atan’ın girişimlerinin sonuç verdiği ve medresenin bir kısmının Hayrat Vakfı’na bir kısmının ise Diyanet İşleri Bakanlığı’na tahsis edildiği belirtildi. HAYRAT VAKFI KİME HİZMET EDİYOR? 1974 yılında kurulan Hayrat Vakfı, AKP iktidarı döneminde alınan Bakanlar Kurulu kararıyla “kamu yararına çalışan vakıf” olarak kabul edildi. AKP tarafından “izin almadan yardım toplama hakkı” verilen kurumlar arasında yer alan Hayrat Vakfı, Kuzey ve Doğu Suriye’nin Efrîn kentinde “eğitim hizmetleri” veriyor. Ayrıca tecavüzle gündeme gelen Ensar Vakfı’na da “moral” veren kuruluşlardan biri olarak biliniyor. 2020 yılında İdlib’teki cihadist gruplar için yardım kampanyası düzenleyen kuruluşlar arasında yer alan Hayrat Vakfı, “yardım” adı altında toplanan eşyaları TIR’larla İdlib’e götürdü. KANUN TEKLİFİ VERİLMİŞTİ Halkların Demokratik Partisi (HDP) Şirnex Milletvekili Nuran İmir, 13 Eylül 2022 yılında Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmasına ilişkin yapılan görüşmeler sırasında Meclis Başkanlığı’na Medresa Sor’un “Kültür ve Edebiyat Müzesine dönüştürülmesi” için kanun teklifi vermişti. Teklifte, “Kürt kültürü ve edebiyatı ile özdeşleşen Medresa Sor son iki yıldır Kültür Müdürlüğü tarafından restore edilmektedir. 14’üncü yüzyıldan kalan ve dönemin mimarisini en iyi şekilde yansıtan ayrıca Kürt şair ve yazarların eğitim ve öğretim gördüğü Medresa Sor’un özüne uygun bir şekilde faaliyete geçmesi için ve önümüzdeki kuşaklara neye hizmet ettiğine dair bilgilendirme amaçlı düzenlenmesi ve dönemin yazar ve bilim insanlarının yaşamlarının sergilendiği, döneme ait kültürel varlıkların sergilendiği bir Kültür Edebiyat müzesine dönüştürülmesi tarihsel misyonu açısından daha isabetli olacaktır” denilmişti. MEDRESA SOR’UN TARİHÇESİ Medresa Sor, 900 -1495 ile 913-1507 yılları arasında hüküm süren Ezîzan (Azizan) Beyliği’nin beylerinden İkinci Şeref Xan tarafından Cizîr’ın batı surları üzerinde inşa edildi. Bir kitabesinin bulunmaması nedeniyle medresenin yapılış tarihi tam olarak bilinmiyor. Açık avlulu medrese tipinde; kuzey-güney doğrultusunda dikdörtgen planlı ve iki eyvanlıdır. Dört yanı revaklarla kuşatılmış avlunun güney kanadı mescit, baş müderris odaları ve türbeye, diğer kanatları ise müderris ve öğrenci odalarına ayrılmıştır. Kürt alimi Melayê Cizîrî (Molla Ahmed-i Cezirî) bu medresede eğitim verdi. Avlunun güneyindeki üçlü revaktan geçilerek ulaşılan basık kemerli bir kapıdan mescit bölümüne, mescidin güney duvarındaki, iki basamakla ulaşılan kapıdan türbeye geçilir. Cizîrî’nin Türbesi olarak anılan türbe, iki katlıdır. Alt kat mezar odasıdır, üst katın önemli toplantıların yapıldığı ve dini tartışmaların gerçekleştirildiği münazara odası olarak kullanıldığı söylenir. Mezar odasında yedi mezar taşı bulunur. Medresenin güneyinde doğu-batı doğrultusunda üç kubbeyle örtülü dikdörtgen planlı mescit bölümüyle, mescidin güneyinde dışa beşgen olarak taşkın ve içten sekizgen planlı medreseyi yaptıran Mîr ailesinin mezarları da bulunuyor.(ma)
Tesbihle Uğraşmak Bana Büyük Bir Huzur Veriyor

Tesbihçilik ile uğraşan Vedat Aslan, uzun yıllar otobüs şoförlüğü yaptıktan sonra tesbihe merak salmış. 20 yıldır tesbihçilik yaptığını aktaran Aslan, ekonomik krizin kendilerini vurduğunu da söylemeyi ihmal etmiyor. Bazen rahatlamak, bazen oyalanmak, bazen sadece estetik, bazen de inancın gereklerini, ibadetleri yerine getirmek amacıyla kullanılan teşbihin hangi tarihte kimler tarafından ortaya çıkarıldığı belli olmasa da, dünyanın bir çok yerinde kültürün bir parçası haline gelmiş. İlk yıllarda kemiklere verilen şekillerle tesbihler yapılırken, zamanla kemiklerin yerini taşlar almaya başlıyor. Sağlığa da iyi geldiği belirtilen tesbihçiliğe dair Mersin tesbih zanaatkârlarından Vedat Aslan ile konuştuk. Aslan, otobüs şoförlüğünü bırakıp tesbihçiliğe başlayanlardan. Tesbihe olan merakı, Aslan’ı tesbih zanaatkârlarından bir yapmış. “Eskiden müşteriydim, şimdi kendim yapıp satıyorum” diyen Aslan, stresten uzak ve sevdiği işi yaptığı için mutlu olduğunu da söylemeyi ihmal etmiyor. Her tür malzemeden tesbih yapılabildiğini ifade eden Aslan, tesbih yapımında tercih edilen belli başlı malzemelerin; Kehribar, Oltu Taşı, Lüle Taşı olduğunu ve ele alınan her tesbihin farklı özellikler barındırdığını aktarıyor. Türkiye’nin bir çok yerinde tesbih pazarlarının olduğunu sözlerine ekleyen Aslan, ekonomik krizin kendilerini de etkilediğinin altını çiziyor. (Pirha)
Fairuz: Yaşayan Bir Arap Müziği Klasiği

Bugün Arap müziği denilince akla gelen ilk birkaç isimden biri olan Feyruz, Arap dünyasının turkuaz sesli kraliçesi olarak anılıyor. Feyruz, asıl adıyla Nouhad Haddad, Mardinli Wadi Haddad ile Lübnanlı Maruni Liza Alboustani’nin ilk kızları olarak 21 Kasım 1935’te Jabal Al Arz’da, Lübnan’da doğdu. Mardin’den Beyrut’a uzanan bir hikaye Feyruz’unki. Ailesi Süryani Ortodoks Hristiyanlardan. Feyruz anne ve babası ile beraber Beyrut’a yerleştikten sonra müziğe okul korosunda başladı ve Lübnanlı eski söz yazarlardan Mohamed Flayfel’in de yardımıyla Lübnan Radyosu Korosu’na seçildi. Nouhad’ın yavaş yavaş yaşadığı toplumda Firuze, yani turkuaz diye anılmaya başlaması Rahbani kardeşlerle tanışması ile başladı. Arap ve Batı toplumunda yaptıkları iyi müziklerle tanınan Rahbani kardeşler, Feyruz’un yorumlayabileceği şarkılar bestelemeye başladı. Şimdilerde Feyruz’un en tanınan şarkılarından biri olan “Nehna Wel Amar Jiran”, Rahbani kardeşlerin düzenlemesi ile ilk çıkış şarkısı olmuştu. Feyruz müzik kariyerine okul korosuyla başladı. 1955 yılının Temmuz ayında Rahbani kardeşlerden Assy Rahbani ile evlendi ve eşi ile beraber Beyrut’un kuzeyindeki Antelias’a taşındılar. Bir yıl sonra Ziyad ismindeki oğulları dünyaya geldi. Feyruz’un Rahbani kardeşlerle birlikte çalışıyor olması onun hem sadece Arap dünyasında değil, aynı zamanda Batı dünyasında da tanınmasına yardımcı oldu. 1971 yılında Batılı müzisyenler arasında statü göstergesi sayılabilecek sahnelerde konserler verdi. New York’ta Carnegie Hall, Londra’da Albert Hall, Paris’te Olimpia’da verdiği konserleri izlemek için gelen çok sayıda izleyici salonu doldurdu. Yolunun Rahbani Kardeşler ile kesişmesi Feyruz’u bambaşka bir noktaya taşıdı. Rahbani kardeşlerin yalnızca bestelediği şarkıları seslendirmekle kalmayan Feyruz, aynı zamanda yazdıkları birçok müzikalde de sahne aldı. Tüm bunların dışında sinema sektörüne de giriş yapan Feyruz, Yusuf Şahin’in Bayya’ al-Khawatim, Henry Barakat’ın Safar Barlik ve Bint al-Haris filmlerinde rol aldı. Ömrü boyunca, Beyrut’taki iç savaş yıllarında kısa bir süreliğine Beyrut’tan ayrıldığında ülkesine duyduğu özlemi şarkılarında sürekli dile getirdi. Feyruz yalnızca şarkıcılıkla yetinmeyerek pek çok müzikal ve sinema filminde de sahne aldı.Feyruz yalnızca şarkıcılıkla yetinmeyerek pek çok müzikal ve sinema filminde de sahne aldı. Turkuaz sesli kraliçe Feyruz, sadece kitleler önünde konser verdi. Devlet büyüklerinin önünde özel konser vermeyi her zaman reddetti. Bu da onun toplum tarafından daha çok benimsenmesini ve sevilmesini sağladı. 2015 yılında Feyruz’un hayatı Fransız yapımı belgesel bir filme de konu oldu. 82 yaşındaki sanatçının hayatının bilinmeyen yönleri bu film ile Lübnanlılara gösterildi. Lübnanlılar iç savaş döneminde ülkeden ayrılmak zorunda kalan Feyruz’un ülkesine dönüşü, Lübnanlılar için adeta bir umut ışığı oldu. Şarkılarında Ortadoğu müziklerinde duyduğumuz ut, bendir, kanun gibi enstrümanlar olmadı sadece; çello, keman, piyano gibi Batı dünyasına hitap edecek tınılara da yer verdi.(KAYNAK:https://www.gzt.com/mecra/mardinden-beyruta-bir-kralice-hikayesi-feyruz-3116599)
Berayê: Şervîn Hacipur’un Duygusal ve Anlamlı Eseri

İRAN- Rojhelat’ın Sîne(Senandaj) kentinde Jina Mahsa Emini’nin iran molla rejimine bağlı ahlak polisleri tarafından katledilmesi ile başlayan protestolarda , Şervin Hacıpur adlı genç sanatçı Berayê adlı şarkısı protestocuların sembolü haline geldi. Ancak molla rejimi Hacıpur’u tutukladı. İran’da aylardır başta kadınlar olmak üzere özgürlük isteyen çevreler çeşitli gösteriler yapıyor. Rejim ise protestolara katılanları tutuklayıp idam cevazı veriyor. Birçoğunu ise sokakta kurşuna diziyor. Olayların başladığı günden yaklaşık 400 kişi öldürüldü. Rejim, en büyük baskıyı Rojhelat’a ve Belucistan’a uyguluyor. İran Kürtleri ve Belucları öz kimlikleri ve siyasi haklarını talep ediyor.